İLGİNÇ YAZILAR,EN ENTERASAN YAZILAR,DEĞİŞİK YAZILAR
BİR TUTAM HAKSIZLIK
Adaletiyle halkının sevgisini kazanmış bir hükümdar, adamlarıyla birlikte ülkesini dolaşıyordu. Seyahati sırasında, ıssız ve dağlık bir araziye gelmişlerdi. Görünürde küçük bir çoban kulübesi bile yoktu. Bu sırada, hükümdarın aşçısı, huzuruna gelerek üzüntü ile sızlandı:
‘‘Sultanım, size en güzel yemekleri yapmak için yanınızdayım, ama erzak yükümüzde bir tutam bile tuz kalmadı. Tuzsuz ne yemeğin, ne de ekmeğin tadı olur! Ben şimdi ne yapacağım?’’
Sultan cevap verdi:
‘‘En yakın köye git. Orada tuz satan bir tüccar bul. Fakat sadece hakkı olan fiyatı öde; fazladan tek kuruş bile verme!’’
Aşçı hayret içinde hükümdara baktı ve şu sözlerine engel olamadı:
‘‘Sultanım! Siz ki bu dünyada herkesten fazla hazineye sahipsiniz. Tuza birkaç kuruş fazla ödeseniz ne çıkar, o fazlalık sizin hazinenizden ne eksiltir?’’
Hükümdarın cevabı, tahta geçtiğinden beri ülkede hüküm süren adaletli yönetimin de özeti gibiydi:
‘‘Sen büyük haksızlıkların nasıl meydana geldiğini sanıyorsun? Dünyada herkesin şikayet ettiği büyük haksızlara, işte böyle küçük küçük haksızlıklar yol açıyor. Küçük şeyler, sonuçta bir göl çukurunu dolduran su damlalarına benzer. Dünya ilk kurulduğunda haksızlık bir tutamdı. İnsanlar küçücük haksızlıklardan ne çıkar diye onu bu kadar büyüttüler.”
‘‘O yüzden , insan küçük de olsa, büyük de olsa ne haksızlık etmeli, ne de haksızlığa razı olmalı. Şimdi git ve tuzu hakkı olan fiyattan al gel.’’
HİNDİSTANCEVİZLERİ
Bir gün hindistancevizi toplamaya çıkmış, topladığı meyveleri atına tepeleme doldurmuş ve köyüne doğru yoa kuyulmuştu. Ne var ki yönünü kaybetmişti. Yolda bir çocuğa rastladı ve ona köye ulaşmasının ne kadar zaman alacağını sordu.
“Yavaş gidersen çok geçmeden ulaşırsın’’ dedi çocuk, atın üstündeki yüke bakarak. ‘‘Ama hızlı gidersen bütün gün süre bilir.’’
Adam bu garip sözlere hiç bir anlam vermeyip atını hızla sürdü. Ancak, hinditsancevizleri yere düşünce inip onları toplamak zorunda kaldı. Daha sonra, kaybettiği zamanı kazanmak için atını yine kamçıladı. Hayvan can havliyle koşmaya başlayınca hindistancevizleri yine yere düşüp sağa sola dağıldı. Adam bir kez daha atından indi ve yere düşen meyveleri topladı… Ve bu işi defalarca yaptı.
Evine ulaştığında, vakit çoktan akşamı geçmişti!
SENİN KADAR ÖZEL BİR KİŞİ
Öğrencileri tarafından olduğu kadar, öğretmen arkadaşları tarafından da sevilen genç bir öğretmen, bir gün derse öğrencilerine, hiç de beklemedikleri bir haber verdi:
"Bugün sınav yapacağım. Kâğıt ve kalemlerinizi hazırlayın."
Öğrenciler bir sınav beklemiyorlardı; bu yüzden hazırlıklı değillerdi. Öğretmenin sınav sorusunu bildirmesini beklerken, hoşnutsuzlukları yüzlerindeki asık ifadelerinden anlaşılıyordu. Öğretmen ilk sorusunu yazdırdı: "Herkes kâğıdına, sınıftaki tüm arkadaşlarının isimlerini yazsın." Bir süre bekledikten sonra ikinci soruyu da yazdırdı: "Şimdi herkes, listede yer alan arkadaşlarının adının altına o arkadaşları hakkındaki görüşleri, düşünceleri ve duygularını yazsın."
Ders sonunda öğretmen sınav kâğıtlarını topladı ve evine gitti. Evde, her öğrencisinin adını ayrı bir kağıda yazdı ve altına tüm arkadaşlarının o öğrenci hakkında yazdıklarını sıraladı.
Öğretmen, Pazartesi günü derse girdiğinde, öğrencilerinin sabırsızlıkla okuyacağı sınav kâğıtları beklediklerini gördü ve gülümsedi. Sonra da, her bir öğrencisine, kendisi için özel olarak hazırladığı kâğıtları dağıttı.
Kâğıdına bakan her öğrenci birden hareketleniyor, yüzü aydınlanıyor, hemen yanındaki arkadaşıyla fısıltıyla konuşmaya başlıyordu. Arkada oturan sessiz bir öğrenci,
"Aman Allah’ım, arkadaşlarımın benim varlığımın farkında bile olmadıklarını sanıyordum!" diye haykırdı. "Meğer beni ne kadar da seviyorlarmış."
Sınıf içinde bir daha bu sınavdan hiç söz edilmedi. Öğretmen, öğrencilerin ailelerine bu sınavdan söz edip etmediklerini hiçbir zaman öğrenemedi. Önemli olan bu sınavın başarıyla sonuçlanması ve amacına ulaşmış olmasıydı.
Aradan yıllar geçti. Öğrencilerin her biri mezun olduktan sonra farklı meslekler edindiler ve yaşamlarını farklı görevlerde sürdürmeye başladılar. Ama öğrencilik yıllarını ve arkadaşlarını asla unutamadılar.
Öğretmen öğrencilerinden uzun yıllar haber alamadı. Bir gün, bir kız öğrencisinden çok sevdikleri arkadaşlarının savaşta öldüğünü ve öğretmenlerinin sınıf arkadaşlarının cenazesine katılmasını istediklerini bildiren bir mektup aldı. Cenaze töreni iki gün sonra, ölen öğrencinin kasabasında olacaktı.
Öğretmen, öğrencisinin cenazesine gittiğinde, yoğun bir kalabalıkla karşılaştı. İlk kez böyle kalabalık cenaze törenine katılıyordu. Şaşkınlığını gizleyemeden çevreyi seyretmeye başladı. Bu genç yaşında yaşama veda eden öğrencisi, biraz ileride tabutun içinde yatıyordu.
Öğrencinin asker arkadaşlarından biri öğretmenin yüzüne dikkatlice baktı ve yanına yaklaştı:
"Afedersiniz!" dedi. "Siz onun matematik öğretmeni değil miydiniz?"
Öğretmen, hayret dolu gözleriyle askere baktı ve yavaş bir sesle "Evet!" dedi.
Asker, "Tahmin etmiştim!" dedi ve söylemek istediğini bir çırpıda söyledi:
"Sizden o kadar çok söz etti ki!"
Daha sonra, anne ve babası geldi öğretmenin yanına ve oğullarının cenazesine katıldığı için teşekkür ettiler. Sonra da onu arkadaşlarıyla birlikte yemeğe davet ettiler. Yemekte öğrencinin babası, "Size bir şey göstermek istiyoruz." dedi ve titreyen parmaklarıyla cebinden çıkardığı bir keseyi öğretmene uzattı: "Bunu, vurulduktan sonra onun üzerinde bulmuşlar." dedi. "İçinde kâğıdın size hiç de yabancı gelmeyeceğini düşündük."
Öğretmen, keseden çıkan bir hayli kâğıdı alır almaz, içinde yazılanları hemen hatırladı. "O günler" gözlerinin önünde canlanmıştı. Katlanmış sayfayı titrek elleriyle açmaya çalışırken, yanaklarında birkaç damla yaş süzüldü. Evet! "O günler" deki sınıf arkadaşlarının, onun hakkındaki düşünceleri ve duygularını yazdıkları kâğıttı bu.
"Size ne kadar teşekkür etsek azdır!" dedi annesi. "Gördüğünüz gibi onun hakkında yazılanlar onun ömür boyu üzerinde taşıdığı değerli bir hazine oldu."
Arkadaşları birer birer öğretmenin çevresini sardılar. Birisi şöyle başladı söze: "Ben de listemi hala saklıyorum" dedi. "Evdeki çalışma masamın en üst çekmecesinde."
Bir başkasının adına ise eşi konuştu:
"Eşim listeyi düğün albümümüze yerleştirmemize karar verdi." dedi heyecanla. "Liste hala orada duruyor."
Hemen onun yanındaki öğrenci elini çantasına götürdü ve cüzdanını çıkarıp, içinden, büyük bölümü sararmış sayfaları çıkardı:
"Benimki de hep çantamdadır; her zaman yanımda taşırım." dedi. "Sanırım o günkü sınavımızın kâğıtlarını hepimiz saklamaktayız."
Son öğrenci son cümlesini söylediğinde, öğretmen artık gözlerinden akmakta olan yaşlarını tutamıyordu. Ölen öğrencisi ve onu bu dünyada bir daha görmeyecek arkadaşları için ağlıyordu.
Hayatın müziğini kim çalıyor?
Bir anne, piyano çalmayı daha çok sevmesi ve ilerletmesi için oğlunu Paderewski’nin bir konserine götürdü. Herkes yerine oturduğunda, anne dinleyicilerin arasında bir arkadaşını gördü ve onunla konuşmak için koridorda yürümeye başladı.
Konser salonunun harikalarını keşfetme fırsatı bulan küçük çocuk da ayağa kalktı ve gezinmeye başladı. Sonunda “Girilmez” yazılı bir kapıya geldi ve o kapıdan da içeri girdi.
Salondaki ışıklar söndürüldü, konser başlamak üzereydi. Koltuğuna dönen anne oğlunun yerinde olmadığını fark etti. O sırada, birden perdeler açıldı ve spot ışıklar sahnedeki muhteşem Steinway piyanosunun üzerine odaklandı. Anne, gördüğü manzara karşısında dehşete düştü: Oğlu, piyanonun önünde oturuyor ve masum bir şekilde “ Mini mini bir kuş” şarkısını çalıyordu.
O anda, büyük piyano ustası sahneye çıktı, piyanoya yöneldi ve küçük çocuğun kulağına fısıldadı:
“ Durma, çalmaya devam et.”
Sonra, eğilip sol eliyle piyanoya uzandı ve kalın perdeden şarkıya katıldı. Biraz sonra da diğer taraftan uzattığı sağ eliyle hızlı bir ritim ekledi şarkıya.
Böylece, yaşlı usta ve küçük acemi, korkunç bir olayı harika ve eğlenceli bir duruma çevirdiler. Dinleyiciler zevkten kendilerinden geçmişti.
Eve döndüklerinde anne oğlunu dizine oturttu. İki yanağından öpüp şu hayat dersini anlattı:
“Oğlum, bizim bu hayattaki durumumuz, senin sahnedeki haline benziyor. Biz elimizden gelenin en iyisini yaparız, ama ortaya çıkan sonuç her zaman harikulade bir müzik. Hayatın Sanatkarı’nın şefkat ve kudret elinin değmesiyle, hayatlarımız en güzel biçime dönüşür.
“Sahnedeki o sanatkarın sana fısıldadığı gibi Hayatın Sanatkarı da her birimizin kulağına fısıldar: ‘Durma, devam et. Seni kuşatan rahmetimi hisset. Senin hayatının müziğini bu kudretli ellerin çaldığını hiç unutma.”
Ameliyat masasındaki mucize
Askeri doktor, cephede ağır yaralanan askerin ameliyat masasına yatırılmasına yardımcı oldu. Telaşı gözlerden kaçmayan doktor, ışıkları ayarladıktan sonra, özel aletlerine ihtiyacı olduğunu fark etti. Bir şarapnel parçası zavallı gencin kafasına girmiş ve bazı sinirleri parçalamıştı. Bu sinirleri birbirine bağlayabilmek için en incesinden bir iğneye ve yine o kadar ince bir ipliğe ihtiyaç vardı. Fakat, savaşın orta yerinde bunları bulmak imkansızdı.
Bu sırada, askerin komutanı genç teğmen, doktorun ümitsizlik içinde kıvrandığını gördü. Durumu anlatan doktora, kendisinin sivil hayatta saat tamirciliği yaptığını ve elinin böyle şeylere alışık olduğu için onun istediği iğneyi hemen yapabileceğini söyledi.
“Peki, ama çok hızlı hareket etmemiz gerekiyor. Hastanın bu şekilde uzun süre yaşaması mümkün değil.”
Teğmen hemen işe başlayarak, birkaç dakika içinde iğneyi hazırladı. Doktor, önce teşekkür ettiyse de, birkaç saniye sonra yüzüne yine ümitsiz bir ifade yerleşti. Doğru ya, o incelikle bir iplik bulunamadıktan sonra iğne ne işe yarardı ki?
Teğmen buna da bir çare buldu. Elini cebine atıp parlak bir kutu çıkardı ve içinden çıkardığı şeyi doktora uzattı. Doktorun yüzü bu defa bir mucizeye şahit olmanın sevinciyle ışıldadı. Çünkü genç subayın uzattığı şey onun ihtiyacını tam tamına karşılıyordu.
Biraz sonra yaralı asker başarılı bir ameliyattan çıkarak normal hasta koğuşuna alındı. Ölüm tehlikesini atlatmıştı.
Onun hayatının kurtulmasını sağlayan iplik ise, teğmenin eşinin onu savaşa yollarken bir kutuya koyup hediye ettiği uzun saç telinden başka bir şey değildi!
ÇAMURA DÜŞEN ALTIN
Konuşmacı sözlerine elinde tuttuğu altın lirayı göstererek başladı. Odayı dolduran yüzlerce kişiye şu soruyu sordu:
“Bu altını kim ister?”
Hemen hemen bütün eller havaya kalktı. Konuşmacı devam etti:
“Altını içinizden birine vereceğim, ama önce bazı şeyler yapacağım.” Altını yere attı, ayakkabısıyla üzerinde tepindi. Sonra yerden kaldırdığı tozlara bulanmış altını salona doğru uzatıp yine sordu:
“Bu altını hala isteyen var mı?”
Eller yine havadaydı. Bu defa altını yardımcısının getirdiğini çamur dolu bir kavanoza attı. Çıkardığında, üzerindeki çamurdan altın görünmüyordu bile. Aynı soruyu sordu bir kez daha. Ama eller yine havadaydı ve herkes altını istiyordu.
Konuşmacı gülümseyerek şöyle dedi:
“Arkadaşlar, burada çok önemli bir şey görüyoruz. Ben bu altına ne yaparsam yapayım, önemi yok; onu ne olursa olsun istiyorsunuz. Çünkü başına gelenler onun değerini düşürmüyor. O hala değerli bir altın.”
Kürsüdeki konuşmacı, daha sonra hayata ilişkin sonucunu şöyle dile getirdi:
“Birçoğumuz, bu altının başına gelenleri yaşarız. Yere düşeriz, hırpalanırız, canımız acır. Bazen üzerimize çamur atılır. Bazen de biz çamura düşeriz. Ama hiçbirisi önemli değildir; yeter ki, özümüzdeki güzelliği hiç unutmayalım ve mutluluğun bunlara bağlı olmadığını bilelim.
Değerimizi bizi başkalarının nasıl gördüğü veya başımıza gelenler değil, bizim kim olduğumuz belirler.”